Yazan: Damla Gayatri Dönmez
Bir saat tek başına, dışarıdaki dünyadan etkileşimden ziyade, sadece gelen komut üzerinden kendini dinleyerek, kendinle geçirilen 1 saat ister içeriği meditasyon ister benzer başka manevi çalışma olsun sadhana’dır. Sadhana manevi sistematik uygulama ve tekrarlı çalışmadır. Başından sonuna kendini anlamak için yapılır. Orada kendinizle baş başasınızdır. Çünkü aslında kendimizden başka gerçek diyebileceğimiz bir şey yok. Bu çok iddialı bir söz gibi gelebilir ancak derinden incelersek dünya aslında herkesin algılayabildiği kadardır.
Zihin denilen bu perdeyle/yansıtıcıyla baş başa kaldığında kişi, dış uyaranları bir süreliğine durduğunda meditasyon başlar. Dünya’da neye anlam veriyorsak, algımız onu kapsar. Dünya bizim algımızda saklıdır. İşte bunu anlayabilirsek eğer -ki manevi çalışmalar sadece bunun içindir- suçlamak diye bir şey mümkün olamaz. Bir şeyi suçladığınız anda dışarıda bir şeye parmak gösterirsiniz. Ancak sadece nesneden, dışarıdan menkul bir anlam olmadığını bilen bir kişi dışarıda bir nesneye parmak göstermekten ziyade içeriye bakması gerektiğini hatırlar. Yankının, imgenin, anlamın, her tür duygunun bu zihinde ortaya çıktığını bilen kişi her deneyime bu perde üzerinden bakmaya başlar. Dışarıya gösterdiğiniz her parmak aslında tersinden kendine parmak göstermektir.
“Affetmeyi öğrenmek” istiyorum diyen insanlar görüyoruz çevremizde. Affetmek ya da sevmek bir erdem değildir. Bir kitabı okuduğunuzda bir bilgi nasıl kafamıza giriyorsa sevgi ya da affetmek aslında bu şekilde eklenen bir şey değildir. Bu nitelikler dışarıdan alınıp içeriye konulacak şeyler değildir, “anlayışın” doğal sonuçlarıdır.
Anlayabildiğimiz ölçüde, anlayabildiğimiz kadar dışarıya tepkilerimiz var. Dünya algımız kadar. Zihnin yapabileceği tek şey algı ve anlamdır. Bir şeyi anladığımız zaman tepkimiz ona göre başkalaşır. Anlayışınız kısmi ise ona göre şekillenir. Dışarıda görülen objeye baktığımız bakış aslında her zaman bir yerden, bir penceredendir yani her zaman kısmi bir bakıştır. Baktığımız bakışın yönünden o nesneyi niteleriz. Aldığımız önceki verilere göre kıyaslar, değerlendirir ve niteleriz. Örneğin hayatımızda ilk defa yediğimiz bir meyve olursa onu tanımlayamayabiliriz. Bu durumda daha önce yediğimiz meyveler arasından kıyas yapar, en benzeyenine göre bir tanım sunarız. Zihin göremediği kısmı imgelemiyle tamamlar ve ona bağlı da ne yapacağına karar verir: mesela yiyebilir, dokunabilir vs.
Affetmek, doğal bir sonuçtur. Affetmek aktif bir eylem değildir. Kişi eğer anlayabilirse içinde bulunduğu durumu, ona karşı zaten bir anlayış geliştirebilir ve hesap sorma veya o hesabın bedelini alma muhasebesine girmez. Ancak eğer zihnimizdeki anlamda boşluklar kalırsa; neden-sonuç ilişkisini kavrayamazsak vereceğimiz tepki de o uğurda başkalaşır. Bu yüzden de koşulsuz sevmek ve affetmek özel nitelikler gibi anlatılır ancak aslında her ikisi de kısmi bakışta kalmamak ve kapsayıcı bakışta genişleyebilmeyi aslında içerir. Her ikisi de kapsayıcı, bütünlüklü bir bakışın doğal sonuçlarıdır.
Herhangi bir çocuk size gelip cimcik atsa çocuğun çocuk olduğunu bildiğinizden anlarsınız ve ona karşı içinizde kin tutmazsınız. Çocuk olduğunu ve çocuk ne demek bildiğiniz, anladığınız için -bir zamanlar siz de çocuk olduğunuz için- anlayışınıza yerleştirdiğiniz için anlarsınız. Ancak çocuk kavramını bilmiyorsanız vereceğiniz tepki o zaman suçlamak ve hesap tutmak üzerinden olur. Birisi gelip size “affet” derse, siz de kendi kendinize şunu tekrarlarsınız “Affetmeliyim, affetmeliyim” ancak aradaki boşluk anlamadığımız içindir. Belki affetmeyi bir erdem olarak dilemekten ziyade “Anlamayı dilerim” dersek daha doğru olabilir. “Şu anda bu görüntüde bu deneyimde, anlayamadığım eksik parçaları anlarsam bütünü görebilirim.” Halil Cibran’a atfedilen bir söz vardır “Acınız anlayışınızı açmak içindir” diye.
Acı öğretici bir deneyimdir çünkü anlayış ve algı ancak bu şekilde geliştirebilir. Kişi anlayabilirse tepkisi başkalaşır, bu kendiliğinden olur. Baskıyla zorlamayla olabilecek bir şey değildir. Buna “Affettim” diye bir tanım koymayız. Bir çocuğun tükürmesine “Affettim” demeyiz. “O çocuk” der ve geçeriz. Çocuk olduğu için de yaptığı eylem kendin üzerinden bir benlik kaybı yaratmaz.
Kendimizi anladığımız kadar dünyayı algılayabiliyoruz. Kendi öfkesini algılayan birisi öfkenin ne demek olduğunu bilen birisi dışarıdan gelen bir öfkeye de ona göre tepki verebilir. Bunu anlayabilir ya da anlamayabilir. Anlayışımız kadar deneyim ve yaşamdayız. Anlayışımızı geliştirmek adına da Sadhana ve manevi çalışmalar yapıyoruz. Anlayış geliştiği zaman tepkiler de daha kapsamlı, mücadele veya çelişkinin ötesine geçebiliyor. İtişmeden ziyade yumuşamaya alan açabiliyor. Bir şeyi affetmeye ya da sevmeye çalışmak dışarıdan baskıyla olabilecek bir şey değildir.
Limon ağacı yetiştirmek istiyorsanız kış vakti tohum ekmemelisiniz ya da böyle bir iklim tercih etmemelisiniz. Fizik kuralları gereği bu böyledir. Limon ağacının nasıl bir yapıda olduğunu bilip ona göre o coğrafyayı belirlemelisiniz. Aynı şekilde sevmeyi ve affetmeyi bilen birisi de aynı şekilde algısını genişletmeyi deneyimlemelidir. Bunun için de başlayabileceği tek ve nihai yer kendisidir. Kendisini anlayabilen birisi başka insanları anlayabilir. Kendindeki öfkeyi anlayabilen başkasında da öfkeyi anlar. Kendimizi anladığımız kadar dünyayı algılıyoruz. Kendimizi anlamak için meditasyon yapıyoruz, manevi çalışmalarla buluşuyoruz, tekrar tekrar. Her zaman kendinizlesiniz, her zaman. Ne kadar kendiniz için gerçekseniz dünya da o kadar gerçek. Yaptığınız şey ne kadar kendiniz için doğruysa dünyaya da o kadar doğru olarak gidiyor. Kendinizi anlayabildiğiniz kadar başkalarını da anlayabiliyorsunuz ve bunun doğal sonucu da birinin peşinden hesap tutmaktan aslında kendinizi özgürleştiriyorsunuz. Bunun adına affetmek diyeceksek eğer: Kendimizi anlamakla aslında “affetmek” başlıyor.